28 Haziran 2012 Perşembe

Karanlık Gölgeler'i Beklemek...


Düşünün. Öğrencisiniz. Çevrenize göre sizin kim olduğunuz; önce ne dinlediğiniz, sonra ne izlediğiniz ve ne okuduğunuz... Çünkü hepsi bir arada birbirini besler,tarzınızı belirler: Popüler kültür takipçisi  misiniz, alt kültür takipçisi mi? İkisi içerisinde de dönem dönem bir şeyler ağırlığını koyar. Benim dönemimde gotik kültür müzik, sinema, edebiyat, giyim kuşam...vs. gibi alanlarda gözle görülür bir etki bırakmıştı. Eğer bu etkiye kapılanlardansanız şurası kesin; Tim Burton fanısınız! Ama belki de tam tersidir... Zaten çocukluğunuz Beter Böcek (Beetlejuice), Batman izleyerek geçmiştir, biraz büyüdüğünüzde gotik dokunuşlara sahip her şey ilgi alanınıza girmiştir...Bu bir tarafta dursun...

Düşünün. Ergenlik zamanlarınızda iki film gördünüz; Çikolata (Chocolat) ve Erkeğin Gözyaşları (The Man Who Cried). Doğru tahmin; Johnny Depp fanısınız! Bu da bir tarafta dursun....

Şimdi ikisini birleştiriyoruz, sevdiğiniz bu iki adamın ortaklıklarını keşfettiniz... Alıştınız bi' de çok fena, her yeni projeyi deli gibi bekler oldunuz...

O zaman aklınıza şöyle şeyler gelmesi yüksek ihtimal; Tim Burton bi' vampir filmi çekse, klasik tarzda şöyle Drakula'lar gibi... Başrolde de Johnny Depp olsa tabi... Off... Ne de güzel olur...

Ve bir gün bir haber görürsünüz; Tim Burton ve Johnny Depp tekrar bir araya geliyor, ünlü yönetmenin 1960'lı yıllarda ABD'de yayımlanan TV dizisi Dark Shadows'u sinemaya uyarlayacağı projede vampir Barnabas Collins'i aktör Johnny Depp canlandıracak...

İşte Dark Shadows'u böyle bekledim ben...





 
 Barnabas Collins, 18. yüzyılda İngiltere'den Amerika'ya taşınarak balıkçılık imparatorluğu kuran mutllu ailenin geleceği parlak oğlu. Ama Barnabas bir güzele aşık olup başka bir güzelin kalbini kırınca işler değişiyor. Çünkü kalbini kırdığı sıradan bir insan değil, bir cadı... Lanetiyle vampire dönüştürdüğü Barnabas'ı bir de sandığa kapatılıp gömdürüyor. Aradan 200 yıl geçtikten sonra sandığından kurtulan Barnabas, hem maddi hem manevi olarak dağılmış ailesini eski ihtişamına kavuşturmak için kolları sıvıyor...

Şimdi bazıları ''ergen muhabbeti bunlar...'' diyerek burun kıvıracak... Ama aslında bütün bu karanlık, gotik havanın içinde filmin söylemek istediği bambaşka; ''asıl servet ailedir...'' İlk dakikalardan başlayarak hem karakterlerin ağzından sıkça duyacaksınız bu cümleyi, hem de film boyunca Barnabas'ın yeni yüzyıla uyum sağlama sürecinde aile içi devinimlerde şahit olacaksınız... Filmin bu bölümlerinde komedi öğelerinin ağırlık kazandığını da söylemekte fayda var...Belki de filmin en güçlü yanı 200 yıllık değişimi güzel kullanabilmiş olması.Yetmişli yıllar nostaljisini, müzikleri de unutmamalı. Zaten Dark Shadows film olarak, özünden bir şey kaybetmeden eğlendirmeyi amaçlayan bir yapım gibi geldi bana. Tim Burton kendi tarzında, önemsediği pek çok şeyi filme bir şekilde yedirmiş, biraz Big Fish duygusu, biraz Sleepy Hollow biraz Sweeney Todd havası, hatta Corpse Bride... Fazla karışık olduğu yönünde eliştirilse de ben bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum.

Filmin en iyi yönlerinden biri performanslar... Johnny Depp için söylenebilecek yeni bir şey kalmadı zaten, Michelle Pfeiffer da,diğer oyuncular da role çok yakışmış. Ama benim en çok dikkatimi çeken Eva Green oldu. Bir insan bir karakteri canlandırırken bu kadar mı eğlenir... Filme katkısı tartışılmaz...

'Şu tarz bir film yapalım' yaklaşımında değil, 'şunu anlatalım, ne gerekiyorsa kullanalım' yaklaşımında bir film ve genel olarak güzel vakit geçirtiyor. Bütün bu anlattıklarımdan tahmin edebileceğiniz üzere benim beklentilerim oldukça yüksekti ve (özellikle sonlara doğru) biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil... Ama sonuçta hayallerime kavuştum; Johnny Depp'i bir Tim Burton filminde vampir olarak izlemanin keyfi bambaşka...

Tim Burton hayranları zaten kaçırmasın, ama uzak duranlar için de özel bir tecrübe olacağını belirtmek isterim. Bu filmi film yapan şeyler konusunda aşmış bir yönetmenden leziz bir seyirlik...
















8 Mayıs 2012 Salı

...sonunda şöyle der; 'Beni Yeniden Sev' ve başlar...


Tiyatro, bir 'tartışma konusu' olarak gündemi meşgul ediyorken yapılabilecek en güzel şey herhalde gidip keyifle bir oyun izlemek olur. Ve eğer izlemek için seçtiğiniz oyunda Ali Poyrazoğlu gibi bir isim varsa aynı zamanda 'ölmeden önce yapılacaklar' listenizden 'Ali Poyrazoğlu'nu sahnede izlemek' maddesini de yerine getirmiş olursunuz. En azından benim için öyle oldu...

''Beni Yeniden Sev'' Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nun 40. yılı dolayısıyla sahneye koyduğu oyunu. Yazar Alfonso Paso (Alphonso Paso)' nun ölmeden önce yazdığı 100. ve son oyun. Alfonso Paso için genellikle ''İspanyol tiyatrosunun Çehov'u'' deniliyor. Türk seyircisi onu yine Ali Poyrazoğlu'nun başrolünü oynadığı ''Evet!Evet!Evet!'' isimli oyun ile tanıyor.






 Oyunda Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Neriman Uğur, Ümit Kantarcılar, Nur Gürkan, Güneş Emir, Hakan Bulut ve Nur Eraslan rol alıyor. Usta oyuncularla beraber genç oyuncuların da performanslarının oldukça iyi olduğunu belirtmek gerek.



Alfonso Paso şüphesiz çok iyi bir yazar. Ancak oyunun Türkçeye adaptasyonunun çok çok iyi olması da bir o kadar önemli. En basit hali ile, 50 yaşında ve evli bir matematik öğretmeninin genç ve güzel öğrencisine aşık olması ve sonrasında gelişen olaylar olarak özetlenebilecek evrensel bir  konusu olan oyun yine evrensel değerler etrafında işleniyor. Aşk, sevgi, evlilik, tutku, kıskançlık gibi hem tek başına hem de birbirlerine girift olarak hayatımızda tüm ağırlığıyla oturan konuların hepsini oyunun içinde buluyorsunuz. Ama o kadar basit, yalın ve net bir anlatıma sahip ki, bütün bu konuları düşünmeye ne zaman daldınız anlamıyorsunuz… Tabi işin içinde Ali Poyrazoğlu olunca, kahkahalar,gözyaşları derken bir de bakmışsınız sona gelinmiş… Şanslıysanız bir de Ali Poyrazoğlu bir konuşma yapar, sizi sizden alır, uğramayı unuttuğunuz yerlere bırakır, kalakalırsınız...

'Beni Yeniden Sev' için sayfalarca yazılabilir, konuşulabilir... Ama aslolan herhalde gidip bir an önce izlemektir... Son söz de Ali Poyrazoğlu'ndan gelsin; Başınıza aşk düşsün!




30 Nisan 2012 Pazartesi

İstanbul'u Çizenler; ÇİZTANBUL

Çiztanbul sadece çizgi roman tutkunları için değil, aynı zamanda İstanbul'u tutkuyla sevenler için de çok özel bir proje.Studio Rodeo'nun 2012 çizgi roman yıllığı Çiztanbul, Amerikan, İtalyan ve Frankofon ekollerini ve yeni yetenekleri; farklı ülkelerden sekiz çizeri sekiz farklı eserle bir araya getiren bir çalışma.

Çiztanbul'un güzelliği iki taraflı.Biz çizgi roman sanatı ile İstanbul'un kesiştiği noktayı ve turistlerin gözünden İstanbul'u yeniden keşfederken, çizgi roman dünyası da önde gelen isimleriyle İstanbul'u keşfediyor,yani herkes kar ediyor!


  




 Çiztanbul dört farklı kapak seçeneği ile satılıyor.Dany Henrotin, İstanbul'u ancak 'İstanbul kadar gizemli ve çekici bir kız' üzerinden anlatabileceğini düşünüp Ayça karakterini yaratmış.Bu sözü beni çok cezbettiği için ben Ayça kapaklı olanı tercih ettim.Ancak diğer kapakları da çok beğendim...   













Sekizi de birbirinden güzel,birbirinden farklı çizer ve hikayesi var kitapta.Benim en çok etkilendiğim isimlerden biri Dany Henrotin ve 'İstanbul Rüyası' var.O nasıl ayrıntılı bir görsellik! Adam çizmemiş, fotoğraf çekip karbon kağıdıyla üzerinden geçmiş! Ve tabi İstanbul'u ''Ayça'' olarak anlatması....

Roberto Diso ve 'Yıllar Sonra' ise James Bond ciddiyetiyle başlayıp günümüz popüler kültürünün başı çeken konularından biriyle bitmesiyle beni çok eğlendirdi.

Ancak hepsinden ayrı bir yere koyduğum bir isim var; Aleksandar Sotirovski... 'Yiten Umudun Güncesi'nin bir yabancının kaleminden olduğuna inanamadım.Nasıl övebilirim,hayranlığımı ve ne kadar etkilendiğimi nasıl anlatabilirim bilmiyorum...Hikayenin hem dünü, hem bugünü, hem seçilmiş karakterleri, hem kurgusu ve bunula birlikte inandırıcılığı...her şeyiyle dört dörtlük... Çok özenilmiş bir çalışma olduğu o kadar belli ki...

Enis Cisic ise 'Kaç Kurtul İstanbul'dan!' ile 'Neden bizde olmuyor?' dediğimiz bilim kurgu bir hikayeyi İstanbul'a o kadar güzel yerleştirmiş ki, 'Aslında gayet güzel oluyor' demiş...

İstanbul'da yaşayan biri olarak Çiztanbul'u çok sevdim.Bununla beraber, 'yabancılara İstanbul'u nasıl anlatsak?' gibi bir soruya da çok güzel bir cevap gibi. Benim bir bilgim yok ama umuyorum Rodeo Çiztanbul'u yurtdışında da pek çok yere ulaştıracaktır.

Detaylı bilgi için http://ciztanbul.com/




15 Nisan 2012 Pazar

ŞAM'DA RAKS

Son günlerde dünya gündemini epeyce meşgul etti Şam.Ortadoğu sizin ilgi alanınıza girer mi bilmem ama beni her zaman etkiler. Son zamanlarda yaşanan gelişmeleri takip ederken, kitaplığımda, ister istemez üniversite zamanından kalan bu kitaba gitti elim; Şam'da Raks...





Kitap, yazar Nancy Lindisfarne'ın bir antropolog olarak Şam'da gerçekleştirdiği alan araştırmasının öyküleştirilerek anlatımı.Dokuz temel öykü, merkezine kadınları koyarak Şam toplumuna bir bakış sunuyor. Benim içim kitabı özel kılan şey de daha çok antropolojiyi insanlara yaklaştırması, olması gereken noktaya çekmesi ve işlevselliğine örnek oluşturması. Arka kapak yazısında da belirtildiği gibi; 'Şam'da Raks insanı ve onun toplumsallığını anlama çabasındaki antropolojinin, iki eşsiz etkinliğin, bilim ile edebiyatın buluşma noktalarından biri olduğuna bizi ikna edecek bir yapıt'

Tabi bu kadar heyecan verici bir kitabın keşke daha özenli bir çevirisi olsaydı demeden geçemeyeceğim. Edebi tadı biraz daha alabilsek, 'meraklısına' bir kitap olmaktan çıkıp masalsı adına yakışır bir çekicilikle pek çok kitaplıkta yer alabilirdi....

23 Ocak 2012 Pazartesi

RENKLERİNE KAVUŞMUŞ SURETLER : MİNJAE LEE

 Ne zaman keşfetmiştim hatırlamasam da, gördüğüm ilk anda vurulmuştum,onu çok net hatırlıyorum.Zaten bir eser,gördüğün ilk anda gözlerini kenetliyorsa, bitmeyen derinliğine  daldın ve oradan çıkamayacaksın demektir…



 Minjae Lee 1989 doğumlu, Güney Kore’li, çok genç bir sanatçı.Boyalarla,renklerle çok küçük yaşta haşır neşir olmuş.Sonrasında ilhamını insan yüz’ünden, haraketlerden ve renklerden bularak muhteşem illüstrasyonları ortaya çıkartmış.

    
                                           

 Çizdiği insan yüzlerinde öyle ifadeler yakalıyor ki,bakmaya doyamıyorsunuz.Dakikalarca, bir şeyler anlamaya çalışarak seyre dalıyorsunuz.Ve bu suretler, sizin asla yanına yakıştıramayacağınız renklerle öyle bir bütünlük içinde duruyor ki,o saatten sonra o renkler yokken eksiklermiş gibi hissetmeye başlıyorsunuz.Minjae Lee suretleri renklerine kavuşturarak onları tamamlıyor,hem de hiç beklenmedik seçimlerle.







 Bu şahane eserlerden daha fazlasını görebilmek için böyle buyrun. İnternet sitesini daha da güzel kılan bir yönü de fonda çalan şahane müzik.Jo-Yeong Wook müziğine benzetsem de henüz kime ait olduğunu çözebilmiş değilim.Ama dinlemeye başlayınca insanı hipnotize eden haliyle Minjae Lee'nin çalışmalarına çok güzel eşlik ettiğini söyleyebilirim.Belki onu da siz bana söylersiniz?


15 Ocak 2012 Pazar

BEŞ OKTAVLIK BİR SES: Yma Sumac'ın Özgürlüğü

Yma Sumac 1950'li yıllarda en parlak dönemini yaşamış tam beş oktavlık bir ses.İnka kızılderililerine özgü eski bir Peru müziğini icra etmiş,kendisi de Peru asıllı.Yaşı yetenler için en tanıdık parçası "Gopher" isimli mambo'su olsa gerek,çünkü 1980'lerin başındaki "Gülünüz Güldürünüz" isimli yetenek yarışmasının jenerik müziği olarak kullanılmış ve Öztürk Serengil bu şarkıda dans edermiş...

Beş oktavlık sesi ile beraber onu çekici kılan bir özelliği de hiç müzik eğitimi almamış olması.Hatta nota okumayı bile bilmediği rivayet edilir.Buna karşın sesini kendi geliştirdiği bir teknikle,en geniş kapasitesiyle ses dokusuna zarar vermeden kullanırmış.Hakkında pek çok başka söylenti de mevcut (İnka soyundan bir prenses olduğu,sonrasında bu hikayenin reklam için menajeri tarafından uydurulduğu,isminin aslında Amy Camus olduğu vs...).Aslına bakarsanız egzotik güzelliği ve tarzı, "sesini kullanma biçimi" ile birleşince yeterince dikkat çekici zaten, ki oynadığı filmlerde de bunu gözler önüne seriyor.Benim hayranlık duyma sebebim de bu aslında;yaptığı müziğin egzotik tarzı sesini o kadar çeşitli kullanmasına izin veriyor ki...Aklınıza gelebilecek (aslında aklınıza hiç gelmeyecek) en değişik sesleri, hem de müziğinin içinde,hem de "dinlenilebilir" kılarak,rahatça haykırıyor.Sizi bilmem ama ben başka bir örneğini görmedim.Dinlediğiniz şey bir arya değil,alışılagelmiş bir şarkı değil,muhteşem sesi ıspatlamaya adanmış bir gösteri değil;tamamen kendine özgü bir müzik...O kadar kendine özgü ki,kelimelerle ifade etmek zor...Göstermeyi denemeli;



Yanılmıyorsam Secret of the Incas (1954) filminden;


Hayranlık duyduğumuz seslerde, özellikle bizi kendine hayran bırakan şey pek çok notadan seslerini kullanmadaki özgürlükleri değil mi çoğu zaman?Ses renginin ötesinde "ses özgürlükleri"ni seviyoruz bence.Çünkü bazen en sevdiğiniz şarkıları bağıra bağıra söylemek istersiniz,ama bir de bakmışsınız sesiniz duvarlar örmüş!Dizeler arası özgürce dolaşmak varken,siz hep içten söylenen şarkılara mahkum...

Yma Sumac'ın özgürlüğü,ses özgürlüğü ne de güzel ve kıskanılası.Çünkü bazılarımızın dudakları mühürlü,sesleri hep içlerinde tutsak.Çünkü bazılarımız çığlık atmak ister bazen,belki inceden...belki bağıra bağıra...

9 Ocak 2012 Pazartesi

Profil Yazısı Niyetine...

Her kitabın bir "önsöz"ü olur ki yazar derdini anlatsın,okuyucu da elinde ne olduğunu,biraz sonra çevirmeye başlaycağı sayfalarda neyle karşılaşacağını bilsin,daha doğrusu bir fikir edinsin.Bloglar da bir "önsöz"le başlıyorlar mı,hiç bilmiyorum...Bu yazdıklarımdan önsöz olur mu onu da bilmiyorum.Zaten önemli de değil,neler saçmalıyorum...

İnsanlar bana bir blog açmamı söyledikleri zaman "ne hakkında olacak ki?" diye düşünüyordum,"sırf açmış olmak için blog açılmaz ki!"

Ben maymun iştahlı bir insanım,asla tek bir konuya yönelip geliştiremedim kendimi,hep her şeyden biraz istedim.Bir defasında kafam çok karışık olduğu için arkadaşıma dedim ki, "Kafamın içi aşure gibi,bir sürü şey var ama hiçbirinin bir diğeri ile ilgisi yok..."Arkadşım da bana dedi ki, "Ama sonuç olarak aşure olmuş işte,tatlı,fena mı?Aşure gibi kafan var,ne tatlı! :)" Niye mi bunu anlattım? Demem o ki,birbiri ile ilgisi olmayan şeyler bir araya gelince pek de fena olmayabilir.İşte bu blog da bana ait olduğuna göre,bu blog aşure gibi bir blog;biraz ondan,biraz bundan...